Ben, bir kez bitlendim.
Şimdi bunu söylemek kolay tabi. Gel de o zaman, o yaşta söyle kolaysa…
İşin sonunda bir başına kalmak var, saklambaç oyununa alınmamak, sırada tek başına oturmak var… Öyle ya kim ister bitli bir arkadaşı!
Uzun, upuzun saçlarım var o zamanlar. Hani derler ya “Hiç makas değmemiş.” diye. İşte, o cinsten. Yandan iki örgü yapıyor annem okula giderken. Omuzlarımdan aşağı salınışı mutlu ediyor beni, övünüyorum saçlarımla.
Bir gün bir kaşıntı başımda… Almıyor çocuk aklım. Canımın taa içi anneannem anlıyor hemen. “Gel, yat kucağıma.” diyor. Başlıyor saçlarıma itinayla bakmaya. Bir sessizlik oluyor, o an anlıyorum. Kafamda davetsiz misafirler var! Sonrası şampuanlar, sık dişli taraklar, falanlar, filanlar…
Olmadı, gitmedi, terk etmedi beni bitler.
Elimden tuttukları gibi kuaföre götürdüler. Kuaförle kaş göz oynatarak yapılan bir konuşma…
Ve elveda saçlar…
Olmadı, unutmadım, unutturamadım kendime o kuaför koltuğundaki dakikaları. (O zamanlar o anı unutmayı maharet sanıyordum. Hâlbuki unutmamak, o anıya sarılmak, o anıyı alıp kalbinin içinde sıcacık yapmakmış maharet.) Kuaförün tiksinerek tuttuğu şey benim uzun, upuzun, tertemiz, örgülü, dalin kokan saçlarımdı oysa. Bir de şarkım vardı saçlarım örülürken söylediğim: “Dalinle saçlarım pıyıl pıyıııııl.”
Utandım, hem de çok utandım o gün, o koltukta.
Bir gün sordu hocam;
• İlk nerede utandın?
Sonraları “utanç” sözcüğü çok gıdıkladı beni.
İşte yukarıda anlattıklarım o sorunun uzuuuun yanıtıydı.
Anlatınca rahatladım. Anlatınca anladım. Anlatınca aydınlandım.
Sonra, o zamandan beri hiç ama hiç uzatmadığım saçlarımı uzatmaya karar verdim.
Siz de anlatın. Kimse yoksa sorup size anlattıracak ve de dinleyecek biri, geçin aynanın karşısına kendinize anlatın. Hiç olmadı alın bir kalem kâğıt, yazın. Bakın neler değişecek o vakit.
Benim saçlarım o gün bugün uzun…